20 Kasım 2016 Pazar

GABRIEL GARCIA MARQUEZ "DOĞU AVRUPA'DA YOLCULUK"

Gabriel Garcia Marquez'in 1950'li yıllarda bir gazeteci olarak Demir Perde ülkelerine yaptığı geziyi anlatan son derece öğretici bir kitap. Batı ve Doğu Almanya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve SSCB'yi ziyaret eden yazar sosyalizmin gölgesinde hem "yoksul" hem de "yoksun" kalmış halkların portresini çizmiş. Kitap keşke daha önce Türkçe'ye çevrilmiş olsaydı da, o ülkeleri ziyaret etmeden önce okusaydım diye düşünmeden edemedim. Beni en çok etkileyenler; Laboratuvara benzeyen Batı Berlin, kederli Doğu Berlin- ki ben de 2000'li yıllarda bile aynı şeyleri hissetmiştim, vakur Polonyalılar, yabancılardan korkan Macarlar ve liderlerini putlaştıran Ruslar. Bir dönemin tarihini ve sosyolojik izdüşümünü oldukça etkileyici bir biçimde aktaran kitap birkaç günde okunuyor, özellikle soğuk kış günlerinde...şiddetle tavsiye ederim.

24 Ekim 2016 Pazartesi

CARLOS MARIA DOMINGUEZ "KAĞIT EV"

Kitap meraklısı olan herkesin keyifle okuyacağı kısa bir öykü. İçinde onlarca kitaba atıf yapılmış.
Bir kitap kolleksiyoncusu ve kitapkurdunun değerli kitaplarını evine sığdıramayıp, kitaptan "kağıt ev" inşa ettirdiği hazin bir hikaye. 
Bu kitapta kitaplara dair hemen hemen her duygu ve düşünceye yer verilmiş. Oldukça yaratıcı, özgün bir eser olduğu kanısındayım.
Kitap kapağındaki fotoğraf genç yaşta motorsiklet kazasında ölen foroğraf sanatçısı Cem Ersavcı'ya ait, çevirmen Seda Ersavcı da kitabı ona ithaf etmiş. 


14 Ekim 2016 Cuma

MUSTAFA KUTLU "YA TAHAMMÜL YA SEFER"

Mustafa Kutlu'nun okuduğum ilk kitabı. Farklı bir lisan, farklı bir üslupla karşılaştığımı söylemeliyim. Bir öyküden çok nazım türünü çağrıştıran kitapta İslam inanışı bir dogma olarak ele alınıyor ve "tarikat" çıkmazı işleniyor. Öykü çok zor anlaşılıyor, kitabın içine bir türlü giremedim, ancak satır aralarını okuduğumda ilgimi çeken birçok nokta oldu. Yazarın Erzincan kökenli olmasının, kitabın kahramanının bireysel kimliğinden sıyrılarak "tarikatçı" kimliğine bürünmesinin, "bir gruba ait olup, bu sayede yükselmek ve iyi mevkilere gelmek"ten bahsedilmesinin altını çizmek lazım.1980'lerde yazılan bu kitabın edebi nitelik taşımasa da Türkiye'nin bugünkü çizgisine nasıl geldiğini çok iyi anlatan bir kitap olduğu için okunması gerektiğini düşündüm. 




AHMET ÜMİT "BİR SES BÖLER GECEYİ"


Ahmet Ümit'i ilk kez okudum. Tarzını beğendiğimi söyleyebilirim, ama anladığım kadarıyla bu kitap klasik Ahmet Ümit polisiyelerinden oldukça farklı. Aleviler ve solcuların ele alındığı kitap belgeselimsi bir nitelik de taşıyor aslında. Alevi kültürünü ve inanışlarını öğreniyor, dini ve siyasi sorgulamalara dalıyor insan.
Körü körüne inancın hem dini hem de siyasi alanda ne kadar zarar verdiğini düşündürüyor. Ülkemizin güncel, belki de hiç eskimeyecek gündemine dair analitik bir kitap olarak tanımlayabilirim.


16 Eylül 2016 Cuma

GABRIEL GARCIA MARQUEZ "ALBAYA MEKTUP YOK"

Marquez yoksulluk, yokluk, ama inadına umutla dolu bir yaşamsal kesit sunuyor. Albay ve yaşamını, acılarını, umutlarını paylaştığı karısının kısa bir öyküsü bu kitap. Kitabın birçok yerinde karısını Albay'ın sağduyusu olarak işittim; Albay mektubun gelmeyeceğini biliyor, ama susuyor, onun yerine karısı haykırıyor. Albay Sabas'ın varlık içinde yokluk çekmesine üzülüyor, tıpkı "şekersiz şeker" gibi. Karısı açlığa bu para simsarları için katlandıklarını söylüyor. Karısı horozu sat, yoksa aç kalacağız diyor, Albay oğlunun hatırası ve son umudunu bir türlü elden çıkaramıyor. 
Albay sonunda "elinin körü..." diyor karısına, sağduyusuna... bu aslında yaşama karşı söylenmiş bir söz.
İnsanın okurken de içinden "Elinin körü" demek geliyor; yoksulluk ve adaletsizlik öfkelendiriyor, hele bir de insanın onuru varsa ve açlıktan gözü dönmemişse...
Kitap 69 sayfa, ama 690 sayfalık tema barındırıyor. Okumadan anlaşılmaz, anlatılmaz.
Bence Marquez'in en iyi 3 kitabından biri; hiç şüphesiz en iyisi Kırmızı Pazartesi, sonra Benim Hüzünlü Orospularım ve Albaya Mektup Yok. 
Marquez'in kitapları o kadar canlı ve akıcı ki işte böylesi manzaralarda bile kitabı elinizden düşüremiyorsunuz. Hatta kitaplarını ve nerede okuduğunuzu bile yıllar geçse unutamıyorsunuz. Ben Kırmızı Pazartesi'yi Sevilla'dan Cordoba'ya giderken, Benim Hüzünlü Orospularım'ı da Atatürk Havalimanı Starbucks Cafe'de  tamamen çevreden izole olarak bir çırpıda okumuştum. Bu kitabı da Traunsee kıyısında bitirdim, başımı kaldırdığımda bu fotoğraftaki iki sevimli kuğu, Albay ve Karısı gelmişlerdi..


28 Ağustos 2016 Pazar

LOU ANDREAS-SALOME " FENİÇKA"

Bir erkekle hayran olduğu kadının 20yy başlarındaki sohbetleri, günümüzdekine kıyasla o kadar yabancı, öylesine soyut ve resmi ki hayran kalmamak elde değil. Ancak  bir kadın yazardan, Freud ve Nietzche'nin gözbebeği olan, döneminin nasir entellektüel kadınlarından birinden çıkabilecek türden bir öykü.
Salome'nin okuduğum ilk kitabı, ama son olmayacak. Zihnimi çok zorlamama rağmen Yalom'un " Nietzche Ağladığında" adlı romanından hatırlayamadığım karakter Salome. Oysa bu kitabı da soluksuz okumuştum. Tozlu raflara tekrar dönüp sayfaları karıştırmanın zamanı gelmiş herhalde.
Kitabı okurken karakteri Feniçka'yı Salome olarak düşündüm hep, tesadüf değil, o da Salome gibi Rus asıllı, Avrupa'da öğrenim görmüş, cesur ve entellektüel bir kadın. Karşısında da ona aşık olmamak, böylesi bir hayalkırıklığını yaşamamak için ayak direyen bir adam var. Çünkü akıllı ve cesur kadınlara aşık olmak onları deyim yerindeyse "taşımak" herkesin harcı değil!
Ama genç kadının içinde küçük bir genç kız var ki bence şefkata ve sevgiye çok ihtiyaç duyuyor. Erkekler ise bunu göremeyecek kadar yüzeyseller maalesef. Aslında hikaye çok tanıdık, ama üslup gerçekten farklı.