Marquez yoksulluk, yokluk, ama inadına umutla dolu bir yaşamsal kesit sunuyor. Albay ve yaşamını, acılarını, umutlarını paylaştığı karısının kısa bir öyküsü bu kitap. Kitabın birçok yerinde karısını Albay'ın sağduyusu olarak işittim; Albay mektubun gelmeyeceğini biliyor, ama susuyor, onun yerine karısı haykırıyor. Albay Sabas'ın varlık içinde yokluk çekmesine üzülüyor, tıpkı "şekersiz şeker" gibi. Karısı açlığa bu para simsarları için katlandıklarını söylüyor. Karısı horozu sat, yoksa aç kalacağız diyor, Albay oğlunun hatırası ve son umudunu bir türlü elden çıkaramıyor.
Albay sonunda "elinin körü..." diyor karısına, sağduyusuna... bu aslında yaşama karşı söylenmiş bir söz.
İnsanın okurken de içinden "Elinin körü" demek geliyor; yoksulluk ve adaletsizlik öfkelendiriyor, hele bir de insanın onuru varsa ve açlıktan gözü dönmemişse...
Kitap 69 sayfa, ama 690 sayfalık tema barındırıyor. Okumadan anlaşılmaz, anlatılmaz.
Bence Marquez'in en iyi 3 kitabından biri; hiç şüphesiz en iyisi Kırmızı Pazartesi, sonra Benim Hüzünlü Orospularım ve Albaya Mektup Yok.
Marquez'in kitapları o kadar canlı ve akıcı ki işte böylesi manzaralarda bile kitabı elinizden düşüremiyorsunuz. Hatta kitaplarını ve nerede okuduğunuzu bile yıllar geçse unutamıyorsunuz. Ben Kırmızı Pazartesi'yi Sevilla'dan Cordoba'ya giderken, Benim Hüzünlü Orospularım'ı da Atatürk Havalimanı Starbucks Cafe'de tamamen çevreden izole olarak bir çırpıda okumuştum. Bu kitabı da Traunsee kıyısında bitirdim, başımı kaldırdığımda bu fotoğraftaki iki sevimli kuğu, Albay ve Karısı gelmişlerdi..