27 Aralık 2016 Salı

AYŞE KULİN "KANADI KIRIK KUŞLAR"

Ayşe Kulin bu kitaba en uygun ismi seçmiş, önceki kitaplarında da benzer şeyler düşündüğümü şimdi anımsıyorum. Tutsak Güneş'te olduğu gibi.
Kitabı zevkle okudum; hem Türkiye'nin yakın tarihinin bir özetini verdiği, hem de bugün yaşadığımız pekçok soruna göndermeler yaptığı için oldukça zamanında bir kitap olduğunu düşündüm.
Almanya'daki Nazi baskısından kaçıp gelen Yahudi akademisyenlere kucak açan genç cumhuriyetin öyküsünü anlatan kitap, oldukça uzun olmasına rağmen akıcı dili sayesinde kısa sürede okunabiliyor. Her karakteri ve yaşanan her olayı oldukça canlı bir şekilde zihnimde canlandırabildim, keşke iyi bir yönetmen tarafından  filmi de çekilebilse dedim. Mesela Çağan Irmak, çünkü tarihi dramaları en iyi yorumlayan yönetmen olduğunu düşünüyorum. Ama kesinlikle dizi olmamalı, kitap gibi filmi de bir çırpıda bitmeli. Diğer taraftan o dönemin mekanlarını, özellikle de İstanbul'u, Pera'yı bir filmde işlemek o kadar zor ki, sanki üzerinden yüzyıllar geçmiş, mekanlar da tıpkı cumhuriyetimiz gibi hızla yaşlanmış...



23 Aralık 2016 Cuma

ANTOINE DE SAINT- EXUPERY "KÜÇÜK PRENS"

"İnsan emek verdiğini sever" "İnsanların arasında da yalnızdır insan." gibi birçok saptamayla akıllarımıza kazınmış, dünyada ilahi kitaplardan sonra belki de en çok okunan kitaptır "Küçük Prens". Türkiye ve Atatürk ile ilgili olumsuz bir bölüm nedeniyle de tartışmalara konu olmuştur. Çevirilerin etkisi misir bilinmez ama bende olumsuz yerine olumlu bir izlenim bırakmıştır. O "diktatör" olmasaydı birçok alanda gelişme olanağımız olmayacaktı...
Bu kitap aslında çocuk kitabı süsü verilerek sevgiliye (kitapta gül olarak bahsedilen) yazılmış, yaşama dair felsefi bir eser. Her yaşta farklı anlamlar yüklenerek okunabileceğini düşünüyorum. Çocuklar bu kitabı okuduklarında ne anlıyorlar çok merak ediyorum doğrusu, çünkü "Küçük Prens" çocuklar için anlaşılması oldukça güç bir öykü sunuyor. Yazarın bir savaş pilotu olması da kitaba ayrı bir gizem katıyor bence. Kesinlikle okumaya değer, belki de birçok defa...


20 Kasım 2016 Pazar

GABRIEL GARCIA MARQUEZ "DOĞU AVRUPA'DA YOLCULUK"

Gabriel Garcia Marquez'in 1950'li yıllarda bir gazeteci olarak Demir Perde ülkelerine yaptığı geziyi anlatan son derece öğretici bir kitap. Batı ve Doğu Almanya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan ve SSCB'yi ziyaret eden yazar sosyalizmin gölgesinde hem "yoksul" hem de "yoksun" kalmış halkların portresini çizmiş. Kitap keşke daha önce Türkçe'ye çevrilmiş olsaydı da, o ülkeleri ziyaret etmeden önce okusaydım diye düşünmeden edemedim. Beni en çok etkileyenler; Laboratuvara benzeyen Batı Berlin, kederli Doğu Berlin- ki ben de 2000'li yıllarda bile aynı şeyleri hissetmiştim, vakur Polonyalılar, yabancılardan korkan Macarlar ve liderlerini putlaştıran Ruslar. Bir dönemin tarihini ve sosyolojik izdüşümünü oldukça etkileyici bir biçimde aktaran kitap birkaç günde okunuyor, özellikle soğuk kış günlerinde...şiddetle tavsiye ederim.

24 Ekim 2016 Pazartesi

CARLOS MARIA DOMINGUEZ "KAĞIT EV"

Kitap meraklısı olan herkesin keyifle okuyacağı kısa bir öykü. İçinde onlarca kitaba atıf yapılmış.
Bir kitap kolleksiyoncusu ve kitapkurdunun değerli kitaplarını evine sığdıramayıp, kitaptan "kağıt ev" inşa ettirdiği hazin bir hikaye. 
Bu kitapta kitaplara dair hemen hemen her duygu ve düşünceye yer verilmiş. Oldukça yaratıcı, özgün bir eser olduğu kanısındayım.
Kitap kapağındaki fotoğraf genç yaşta motorsiklet kazasında ölen foroğraf sanatçısı Cem Ersavcı'ya ait, çevirmen Seda Ersavcı da kitabı ona ithaf etmiş. 


14 Ekim 2016 Cuma

MUSTAFA KUTLU "YA TAHAMMÜL YA SEFER"

Mustafa Kutlu'nun okuduğum ilk kitabı. Farklı bir lisan, farklı bir üslupla karşılaştığımı söylemeliyim. Bir öyküden çok nazım türünü çağrıştıran kitapta İslam inanışı bir dogma olarak ele alınıyor ve "tarikat" çıkmazı işleniyor. Öykü çok zor anlaşılıyor, kitabın içine bir türlü giremedim, ancak satır aralarını okuduğumda ilgimi çeken birçok nokta oldu. Yazarın Erzincan kökenli olmasının, kitabın kahramanının bireysel kimliğinden sıyrılarak "tarikatçı" kimliğine bürünmesinin, "bir gruba ait olup, bu sayede yükselmek ve iyi mevkilere gelmek"ten bahsedilmesinin altını çizmek lazım.1980'lerde yazılan bu kitabın edebi nitelik taşımasa da Türkiye'nin bugünkü çizgisine nasıl geldiğini çok iyi anlatan bir kitap olduğu için okunması gerektiğini düşündüm. 




AHMET ÜMİT "BİR SES BÖLER GECEYİ"


Ahmet Ümit'i ilk kez okudum. Tarzını beğendiğimi söyleyebilirim, ama anladığım kadarıyla bu kitap klasik Ahmet Ümit polisiyelerinden oldukça farklı. Aleviler ve solcuların ele alındığı kitap belgeselimsi bir nitelik de taşıyor aslında. Alevi kültürünü ve inanışlarını öğreniyor, dini ve siyasi sorgulamalara dalıyor insan.
Körü körüne inancın hem dini hem de siyasi alanda ne kadar zarar verdiğini düşündürüyor. Ülkemizin güncel, belki de hiç eskimeyecek gündemine dair analitik bir kitap olarak tanımlayabilirim.


16 Eylül 2016 Cuma

GABRIEL GARCIA MARQUEZ "ALBAYA MEKTUP YOK"

Marquez yoksulluk, yokluk, ama inadına umutla dolu bir yaşamsal kesit sunuyor. Albay ve yaşamını, acılarını, umutlarını paylaştığı karısının kısa bir öyküsü bu kitap. Kitabın birçok yerinde karısını Albay'ın sağduyusu olarak işittim; Albay mektubun gelmeyeceğini biliyor, ama susuyor, onun yerine karısı haykırıyor. Albay Sabas'ın varlık içinde yokluk çekmesine üzülüyor, tıpkı "şekersiz şeker" gibi. Karısı açlığa bu para simsarları için katlandıklarını söylüyor. Karısı horozu sat, yoksa aç kalacağız diyor, Albay oğlunun hatırası ve son umudunu bir türlü elden çıkaramıyor. 
Albay sonunda "elinin körü..." diyor karısına, sağduyusuna... bu aslında yaşama karşı söylenmiş bir söz.
İnsanın okurken de içinden "Elinin körü" demek geliyor; yoksulluk ve adaletsizlik öfkelendiriyor, hele bir de insanın onuru varsa ve açlıktan gözü dönmemişse...
Kitap 69 sayfa, ama 690 sayfalık tema barındırıyor. Okumadan anlaşılmaz, anlatılmaz.
Bence Marquez'in en iyi 3 kitabından biri; hiç şüphesiz en iyisi Kırmızı Pazartesi, sonra Benim Hüzünlü Orospularım ve Albaya Mektup Yok. 
Marquez'in kitapları o kadar canlı ve akıcı ki işte böylesi manzaralarda bile kitabı elinizden düşüremiyorsunuz. Hatta kitaplarını ve nerede okuduğunuzu bile yıllar geçse unutamıyorsunuz. Ben Kırmızı Pazartesi'yi Sevilla'dan Cordoba'ya giderken, Benim Hüzünlü Orospularım'ı da Atatürk Havalimanı Starbucks Cafe'de  tamamen çevreden izole olarak bir çırpıda okumuştum. Bu kitabı da Traunsee kıyısında bitirdim, başımı kaldırdığımda bu fotoğraftaki iki sevimli kuğu, Albay ve Karısı gelmişlerdi..


28 Ağustos 2016 Pazar

LOU ANDREAS-SALOME " FENİÇKA"

Bir erkekle hayran olduğu kadının 20yy başlarındaki sohbetleri, günümüzdekine kıyasla o kadar yabancı, öylesine soyut ve resmi ki hayran kalmamak elde değil. Ancak  bir kadın yazardan, Freud ve Nietzche'nin gözbebeği olan, döneminin nasir entellektüel kadınlarından birinden çıkabilecek türden bir öykü.
Salome'nin okuduğum ilk kitabı, ama son olmayacak. Zihnimi çok zorlamama rağmen Yalom'un " Nietzche Ağladığında" adlı romanından hatırlayamadığım karakter Salome. Oysa bu kitabı da soluksuz okumuştum. Tozlu raflara tekrar dönüp sayfaları karıştırmanın zamanı gelmiş herhalde.
Kitabı okurken karakteri Feniçka'yı Salome olarak düşündüm hep, tesadüf değil, o da Salome gibi Rus asıllı, Avrupa'da öğrenim görmüş, cesur ve entellektüel bir kadın. Karşısında da ona aşık olmamak, böylesi bir hayalkırıklığını yaşamamak için ayak direyen bir adam var. Çünkü akıllı ve cesur kadınlara aşık olmak onları deyim yerindeyse "taşımak" herkesin harcı değil!
Ama genç kadının içinde küçük bir genç kız var ki bence şefkata ve sevgiye çok ihtiyaç duyuyor. Erkekler ise bunu göremeyecek kadar yüzeyseller maalesef. Aslında hikaye çok tanıdık, ama üslup gerçekten farklı.



26 Ağustos 2016 Cuma

DANIEL KEYES "ALGERNON'A ÇİÇEKLER"

Zweig'dan sonra bana çok iyi gelen kitap.
Rüyamda kaç gece beyaz fare gördüm saymadım...
Kitap gerçekten çok başarılı; Charles Gordon adında düşük zekalı bir insanın laboratuvarda bir dahiye dönüşüp tekrar eski haline gerilemesini anlatıyor. Algernon da Charlie ile aynı kaderi paylaşan bir laboratuvar faresi ve Charlie'nin en yakın dostu. Anafikir "zekanın mutluluk getirmeyeceği ve her iki durumda da insanların bir türlü anlaşılamayacağı". 
Kitabın en dokunaklı bölümleri sağlıklı bir kızkardeşi olduktan sonra annesinin ondan ümidini kesip onu atmak istemesi.. tıpkı hayvanlar gibi, sağlıklı olmayanı ölüme terk etmek, dışlamak. 
1960'larda yazılan bu eser psikolojik anlamda çok başarılı, yazarı da zaten bir psikolog.
Kitabın bir de Charly adında film uyarlaması var, ama vasat...
Okumak, hissetmek, düşünmek ve ara ara da ağlamak isteyenlere şiddetle önerilir.




18 Ağustos 2016 Perşembe

STEFAN ZWEIG "AMOK KOŞUCUSU"

"..Çünkü tarihin akışı zorlanmaktan hoşlanmaz, kahramanlarını kendisi seçer, ne kadar zorlasalarda davetsiz gelenleri hiç acımadan geri çevirir; kaderin arabasından düşen olursa onu artık yukarı çekmemek gerekir"
Zweig'ın 7 küçük öyküsünün yeraldığı kitap okuyucuyu yaşamını gözden geçirmeye sevkettiği bir yolculuğa çıkarıyor. İntiharla ölüm öykülerin kaçınılmaz sonu, tıpkı yazarın çaresizlikle mücadelesinde yenik düştüğü öz yaşamı gibi.
Amok Koşucusu öykülerin en meşhuru, ama Bir Çöküşün Öyküsü, Leporella gibi öyküler de kitaba ölümsüzlük kazandırmış. Zweig'ın en beğendiğim bilmem kaçıncı kitabı diyebilirim, çünkü onu okurken hayal kırıklığı yaşamıyorum, her öyküsü ayrı bir temas, ayrı bir iz. Okuduğum her yeni yazarda kumar oynuyormuşum gibi tedirginim, çünkü zaman belki de sahip olduğumuz en değerli şey. Dolayısıyla da yaşam. Zweig'ın karakterleri ise belli bir noktada yaşamlarına  son verme cesareti gösterenler. Aslında herbiri biraz Amok Koşucusu çılgın beyinler.
Kayıp Yaz'da hissettiklerimize tercüman oluyor, iyi okumalar...


7 Ağustos 2016 Pazar

Kediler ve Zaman



SEMA KAYGUSUZ "BARBARIN KAHKAHASI"

Küçüklüğümden beri okuduğum tüm kitapların ilk sayfasına nerede ve ne zaman okuduğumu yazarım. Neden yazdığımı da bilmiyorum, ama birgün "çok vaktim olduğunda" tekrar o kitapla anılarımı tazelemek istiyorum sanki. Bu kitabı da zorlu geçen bir temmuz ayının son iki haftasında okudum. İlk sayfaya da "kayıp yaz" diye yazmak geldi içimden. Belki bu yüzden 2-3 günde okunacak kitabı da 15 günde zor bitirdim.
Sema Kaygusuz'un okuduğum ilk kitabı bu. Gerçekten söylendiği kadar "edebi" bir yazar olduğunu düşündüm. Adeta kelimelerle dansediyor, Türkçe metinin altında sanki iki üç kat daha başka başka dillerde yazılmış metinler var gibi geldi. Yazarın o kadar zengin bir lisanı var ki kurgu lisana yetişemiyor, ya da lisanın yanında kurgu sönük kalıyor. 
Kitabın anafikri nedir? deseniz, aklımda hem herşey var hem de hiçbir şey yok. "Yaşama dair" diyebilirim ancak. Karakterler başka yorumlarda söylendiği gibi oldukça gerçek. Ana tema "işemek, boşaltmak, özgürleşmek, öfkeyi ortaya dökmek, hesaplaşmak, yüzleşmek", ama yazar kitaptaki birçok hikayeyi ayaküstü yarım bırakıyor, okuyucu olarak hiçbirşeyle yüzleşemediğinizi hissediyorsunuz. Sanatsal bir filmi nefesini tutarak izleyip sonunda film birden bitince yaşanan hayalkırıklığını yaşatıyor kitap okuyucuya. Belki zamanlamadan, belki hayal gücümüzün giderek körelmesinden ben bu kitabı yaşadım, ancak anlayamadım...

17 Temmuz 2016 Pazar

HALİL CİBRAN "KUM VE KÖPÜK" "MECZUP" ve " GEZGİN"

Halil Cibran'ın "Ermiş" adlı başucu kitabından sonra sırasıyla " Gezgin", " Kum ve Köpük" ile "Meczup" u okudum.
Aynı sırayla da başarılı bulduğumu söyleyebilirim. 
"Meczup"un yazarın ilk eserlerinden biri olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Kitapta maskelerinden sıyrılmış, bölünmüş benlikleriyle bir meczubun kendiyle ve toplumla hesaplaşması anlatılıyor, özgün bir o kadar da dağınık bir eser. Bu yüzden de okurların çoğu yazarı bu kitabından dolayı "deli" olarak nitelendirmiş. Yaratıcı olmak biraz delilik gerektiriyor herhalde, ama fazlası anlaşılmayı zorlaştırıyor, bu eserde de öyle olmuş.
"Kum ve Köpük" yazarın özlü sözlerinden oluşan bir kitap. Altını çizdiklerim de oldu, anlayamadıklarım da. Yaşanmışlıklarla çok ilişkili diye düşünüyorum.
Ben en çok "Gezgin"i beğendim. Küçük öyküler hatta fabllardan örnekler var, bazıları çocuklar için çok güzel öğütler içeriyor. Diğer iki kitapla kıyaslandığında "Ermiş"e daha yakın buldum. 
Halil Cibran'ın eserleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, otobiyografisinden de yola çıkılarak toplumsal travma- batıya göç ve damgalanma ile dönemin yoğun dini- kültürel öğeleri, varoluşçu görüşler, hümanizm ve empati içerdiğini, bu yüzden birçok kişiyi etkilediğini ve hala birçok kişi tarafından okunduğunu anlayabiliyoruz.
Halil Cibran'ı bir yazardan çok, bir filozof olarak kabul etmek daha doğru bence
...





12 Temmuz 2016 Salı

NICOLA YOON "HERŞEY"

"En büyük risk hiç risk almamaktır" 
Kitabın gerçek adı bu aslında. Varoluşçu felsefenin izleri kitabın her köşesinde hissediliyor. Başka bir bloggerın önerisiyle aldığım ilk kitap olarak hiç de fena değildi. Akıcı dili ve yaratıcı çizimleri kitabı eğlenceli hale getirmiş, bununla beraber yaşama dair bir kitap olarak da başarılı. 
Birçok romanda olduğu gibi önce yavaş akıyor ve sonunda okurları bir sürpriz bekliyor, bu açıdan da başarılı bir kurgusu olduğu söylenebilir. Yine de ergenlik çağlarımda okusaydım daha fazla etkilenirdim diye düşündüm. Kitapta ele alınan özgürlük, aşk, cesaret, aile, bağlanma ve affetme gibi temalar ve varoluşçu izleriyle tam bir gençlik romanı. Tatilde olup kafa dağıtmak ama aynı zamanda düşünmek ve yenilenmek isteyenlere çok uygun, tavsiye edilir. Bundan sonra kitapta da geçen ve önceden almış olduğum "Algernon'a Çiçekler" i okumaya karar 
verdim. Ayrıca "Küçük Prens" de tekrar okunabilir. Kitapta başka kitaplara dair birçok spoiler var, çok da yerinde yorumlar içeriyor. 
Bir kitaptan başka bir kitaba doğru giden bu yolları da çok sevdiğimi itiraf ediyorum, şimdi ne okusam demiyor insan...


7 Temmuz 2016 Perşembe

STEFAN ZWEIG "GÖMÜLÜ ŞAMDAN"

Zweig serisinden devam ediyorum, çok da memnunum çünkü yazar asla hayal kırıklığına uğratmıyor. Bu eseri diğerlerinden oldukça farklı. Yazarın Yahudi kimliğinden esinlendiğini düşündüğüm tarihi ve öğretici bir eser. Zweig bu öyküde de az sözle çok şey anlatıyor. Kutsal yedi kollu şamdanını kaybeden göçebe Yahudi halkının öyküsü  oldukça ilginç. Öykünün başkahramanı Benjamin adaletsiz dünyada adaleti temsil eden bilge kişi olarak hayranlık uyandırıyor. Anafikir "şiddet kullanarak alınan şiddete maruz kalınarak kaybedilir"...Zamansız ve yurtsuz bir yazardan zamansız ve beynelmilel bir kitap daha; düne, bugüne ve muhtemelen geleceğe dair çok şey anlatıyor.


26 Haziran 2016 Pazar

MİKHAİL BULGAKOV "KÖPEK KALBİ"

Yazarın "Usta ile Margarita" kitabını okurken çok zorlanmıştım, ama bu kitabı neredeyse bir günde okudum. Tıpkı "Genç Bir Doktorun Anları" adlı kitabında olduğu gibi kahraman yine bir doktor, bu sefer bir araştırmacı, cesur bir cerrah. Gençliğin sırrını bulmaya çalışan, hırslı bir komünizm düşmanı. Sokak köpeği Şarik'ten asi bir insan yaratmayı başarıyor. Kitap simgeler ve dönemin Rusya'sına göndermelerle dolu. Sık sık dipnotlara dönmek gerekiyor. Mesaj çok açık; karnı doyduğu için herşeye boyun eğen ama mutlu olan, çok fazla da sorgulamayan bir sokak köpeği saldırgan, özgür olmak isteyen, sorgulayan ama mutsuz olan bir insana dönüşüyor. Öyle ki yaratıcısı bu durumdan pişman olup onu tekrar eski haline döndürüyor. Herkes  insan olmamalı ya da özgür!


23 Haziran 2016 Perşembe

STEFAN ZWEIG "MÜREBBİYE"

Zweig'ın dört kısa ama derin öyküsünün bulunduğu kitap...
"Mürebbiye", çocuk saflığının yetişkinlerin acımasızlığı karşısında yerini güvensizliğe bırakışını anlatan bir dram. 
"Yaz Novellası" beğenilmenin bir kadını hem fiziksel hem de psikolojik olarak nasıl değiştirdiğini anlatıyor.
"Geç Ödenen Borç" yazarın yine bir filme konu olmasını düşlediğim öykülerinden biri. İki insanın geçmişte ve bugün iki ayrı statüde karşılaşmalarını konu ediniyor.
"Kadın ve Yeryüzü" oldukça başarılı betimlemelere sahip ancak anafikrini kavramakta zorlandığım bir öykü. Zweig farklı birşey denemiş ama başarılı da olmuş...
Dört öykünün hepsi bir çırpıda okunuyor, ama sonrasında uzun uzun düşüncelere dalmak gerekiyor.


21 Mayıs 2016 Cumartesi

PEYAMİ SAFA "DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU"


Bu kitabı okurken her bölümün sonunda Peyami Safa'yı okumayı neden bu kadar ertelemişim diye hayıflandım.
Belki depresif oluşu, belki romanlarının kötü TV uyarlamalarıyla erken yaşlarda karşılaşmanın sonucu ortaya çıkan önyargı...
Hastalığı nedeniyle bedenine hapsolmuş bir adamın kardeşi yerine koyduğu Nüzhet'e olan amansız aşkı. Arabesk bir tem, ama müthiş edebi bir anlatım ve üslup. Peyami Safa bir edebiyatçının genlerine sahip; çok yetenekli bir o kadar da depresif. Kendi yaşantısını eserlerinde soyutlayamamış, belki bu yüzden oldukça lezzetli...
Nazım Hikmet kitabı üç kez okumuş, benim de daha okuyasım var. Cicero gibi ben de yaşamın kısa olduğuna inananlardanım, şimdilik diğer kitaplarıyla devam edeceğim. Bir de Peyami Safa ile ilgili yazılan kitaplar var, var var var...



15 Mayıs 2016 Pazar

STEFAN ZWEIG "SATRANÇ"

"Satranç" hiç şüphesiz Zweig'ın en sürükleyici novellası. Yazarın psikolojiye olan ilgisi ve derin bilgisi bu kitapta biraz daha öne çıkıyor. Hapsedilmiş, hırslı bir adamın sıfırdan nasıl bir satranç dehasına dönüşebileceğini, ama herşeyin hırs ve bilgi olmadığını, yetenek ve sabrın ne kadar önemli olduğunu, karşısındaki insanın nabzını tutmanın bu oyunda hatta belki yaşamda başarıya götüreceğini bir çırpıda anlatıyor.
Bu kitabın yazarın intiharından önce yazdığı son kitap olması da tesadüf olmamalı. Kitapta kıstırılmış hissetmek, deliryum-çıldırmak hali o kadar canlı tasvir edilmiş ki kitabı okurken Zweig'ın Brezilya'da yurdundan binlerce kilometre uzakta, haksız yere sürgün edilişinin haykırışlarını duyabiliyorsunuz.
Başka bir Zweig şaheserinde buluşmak ümidiyle...



1 Nisan 2016 Cuma

MİHAİL BULGAKOV "GENÇ BİR DOKTORUN ANILARI"

Mihail Bulgakov'un "Usta ve Margarita" adlı felsefi romanından sonra bu kadar akıcı, kolay anlaşılır bir roman yazmış olabileceğini düşünemezdim.
"Genç bir doktorun anıları" yeni mezun olmuş, "teorikte doktor" pratikte ise "korkularıyla başbaşa kalmış, mükemmeliyetçi genç" bir insanın içinde bulunduğu zor koşullarda "iş başa düşünce" ne kadar başarılı olabildiğini anlatıyor. Kitapta tanıdık o kadar çok öğe var ki...Uykunun dayanılmaz çekiciliği, yorgunluktan düşünemez hale gelmek, acil kapısından doğum yapmak üzere olan çığlık çığlığa bir kadının girmesinden korkmak, beraber çalıştığın hemşire, ebe vb. kimselere ne kadar tecrübesiz ve korkmuş olduğunu belli etmemeye çalışmak, çalışmak, çalışmak ve çalışmak... Doktor olmanın, hastalarla hergün ölüp yine hastalarla hergün yeniden dirilmenin buruk mutluluğu içinde debelenmek.
Kitabın bir de dizisi var, Harry Potter'la ünlenen Daniel Radcliffe oynuyor. Kitabın fantastik bir uyarlaması diyelim, ben beğenmedim, izlenecekse kitabı okumadan izlemek gerekli diye düşündüm.
Kitabı hekimliği yaşayan, az da olsa soluyan herkese, bir de hekim karşıtlarına şiddetle tavsiye ediyorum.


19 Mart 2016 Cumartesi

STEFAN ZWEIG "KORKU"

İçinde yaşadığımız yüzyılın ana teması "korku". Patlayan bombalardan herbirimizin zihinlerine bulaşan çağın hastalığı "korku". Zweig, bu eserinde korkunun bir insanı nasıl yakıp tüketebileceğini ve küllerinden yeniden doğurabileceğini anlatıyor. Zekice işlenmiş kurgusuyla akıllardan silinmeyecek bir öykü bu.
Durağanlıktan sıkılan bir kadının ihaneti, suçluluğu ve korkusu anlatılıyor kitapta. Zweig yine başarılı ruhsal bir çözümlemeye imza atmış. Okurken keşke filmi de çekilseymiş dedim.



7 Mart 2016 Pazartesi

STEFAN ZWEIG "OLAĞANÜSTÜ BİR GECE"

Stefan Zweig'ın insan psikolojisinin bir analizini ustaca sunduğu kitapta yaşamın rutin akışında sıradanlığa ve duyarsızlığa esir olan bir adamın süperegonun tokadıyla kendine gelişi anlatılıyor. Öyküde bir olağanüstülük olmamasına rağmen adamın bir gecede yaşadığı dönüşüm gerçekten sıradışı. Varoluşçu bir dokunuşla yazılmış bu öyküde Zweig yine insan psikolojisinin derinliklerine dair bir yolculuğa çıkarıyor. Kitabın son cümlelerini büyük harflerle yaşama yazmak gerekli. " Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar."
37 yaş gerçekten de insan yaşamında bir dönüm noktası galiba. Zira Elif Şafak, Buket Uzuner ve Stefan Zweig'ın öykülerindeki bu karakterlerin hepsinin 37 yaşında olması tesadüf sayılmamalı...


15 Şubat 2016 Pazartesi

AGATHA CHRISTIE "ON KÜÇÜK ZENCİ"

Agatha Christie'nin en ünlü, en sürükleyici romanı..
Hepsi farklı biçimlerde cinayet işlemiş olan 10 insan dahice bir şekilde terk edilmiş boş bir adada bilinmeyen biri tarafından misafir edilir. Herbirinin odasında "On küçük zenci" tekerlemesi vardır ve hepsi bu tekerlemede yazdığı biçimde öldürülür. Bu 10 kişiden biri ilahi adaleti gerçekleştirmiş, hem kendini hem de ceza almamış olan diğer 9 kişiyi öldürmüştür.
Katilin kim olduğu kitabın sonunda bir balıkçının denizde bulduğu bir şişenin içinden çıkan mektupla anlaşılır.
Ben kitabı bir solukta okudum, polisiye sevenlere tavsiye ediyorum. Kitabın iki film uyarlaması var, oldukça eski yapımlar,
ayrıca yakın zamanda BBC televizyonu bir dizisini yapmış, ilk bölümü buradan izlenebilir."http://www.dizibox.com/diziler/and-then-there-were-none





2 Şubat 2016 Salı

LEYLA ERBİL "MEKTUP AŞKLARI"

Kitap üç kadın (başkarakter Jale, Sacide ve Ferhunde) ile Jale'ye aşık Ahmet, Reha, Zeki ve İhsan'ın Jale'ye yazdıkları aşk, yaşam ve edebiyat hakkındaki mektuplardan oluşuyor.  Jale birçok adamın aşık olduğu, kız arkadaşlarının da hayranlık duyduğu, çok sevilen, ideal bir kadın. Ahmet ise ona sırılsıklam aşık olan, romantik bir genç olarak yansıtılıyor kitabın sonuna dek..
Bir de kitabın dahi-delisi Zeki var, onu hüzünlenerek ve şaşırarak okuyorsunuz.
Sacide kötü ama başarılıyı, Ferhunde ise masum ama başarısızı temsil ediyor. Sacide özgür kalırken, Ferhunde mantık evliliği yapıyor. İdeal kadın Jale ise romantik adamla evlenip mutsuz oluyor. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi..
"Mektup Aşkları" okurken değil ama, bitirdikten sonra hoşa giden kitaplardan..
Kadınlar için kadın bir yazar tarafından yazılmış, kadınsı ve gerçek bir roman...
 Ayrıca İş Bankası Yayınları'nın baskısında kitap tıpkı bir mektup gibi zarftan çıkıyor, çok keyifli.


31 Ocak 2016 Pazar

STEFAN ZWEIG "YAKICI SIR"

Stefan Zweig bu kez bir çocuğun gözünden dünyadaki yalan ve sahtekarlığın içyüzünü aydınlatıyor. Bence yazarın en samimi öykülerinden biri. Küçük Stefan sanki öyküde Edgar ile vücut buluyor. Bu arada kitap kapağının çok başarılı olduğunu belirtmek lazım.
Almanya'nın güneyinde geçen bu öyküde yazar annesiyle tatilde olan Edgar'ın kadın avcısı Baron'a karşı önce hayranlık sonra hayal kırıklığı ve öfke gibi duygularla ilk kez tanışmasını ve erişkinlerden bile daha başarılı bir biçimde sahtekarlığı bir çırpıda tanıyıp mücadele etmesini anlatıyor. Kitapta en çok dikkat çeken çocuğun "Bir kez yalan söyleyen insan yine söyler.." şeklindeki saptaması. Kitabın sonunda anne-oğul dayanışması kazanıyor, dünyadaki hiçbir aşkın daha güçlü olması mümkün değil zaten...


27 Ocak 2016 Çarşamba

STEFAN ZWEIG "BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİ DÖRT SAAT"

Stefan Zweig'dan çarpıcı bir novella...
Kitap bir Stefan Zweig klasiği; kadın, aşk ve intihar üçgeninde geçiyor. Yazarın sanki tüm kitapları kendi sonunu anlatırcasına intiharla ölüm üzerine inşa edilmiş. Tüm sayfalarda Zweig ve karısının yatakta ölü olarak yattığı ünlü fotoğraf aklıma geldi, yabancılamadım. Ne kadar dirense de intihar Zweig'a huzur veriyormuş gibi düşündüm. 

Yaşlı bir kadının günah çıkarırcasına anlattığı bir günlük aşkını, pişmanlıkla dolu yaşanmışlığını konu edinen kitap " yaşlanmak geçmişten artık korku duymuyor olmaktan başka birşey değil zaten" sözü ile son buluyor. Düşündürüyor...




25 Ocak 2016 Pazartesi

PINAR ÖĞÜNÇ "AKSİ GİBİ"

Kısa öykülerden oluşan, ama birçok romandan daha fazla şey anlatan bir kitap "Aksi Gibi". Kapağındaki "vasati 40 çöp" bizim, çocukluğumuzun sade ancak etkili bir yansıması gibi. Bu yüzden bana çok güzel geldi. Öykülerden "I love you Şermin, Paket Lastiği, Sokak Kasları ve Sayın D1 Blok sakinleri" isimli öyküleri beğendim. En çok dokunanı bir tezgahtar kızın gündelik dramını anlatan "Paket Lastiği", bize en tanıdık gelen orta sınıf geleneksel kadınların yol kenarlarındaki spor aletlerini kullanmasını anlatan "Sokak Kasları", en çok düşündüreni de bodrum katta yaşayan bir apartman sakininin hislerinden bahseden "Sayın D1 Blok sakinleri" adlı öyküler. Pınar Öğünç çalışkan bir gazeteci, ama diğer gazeteci yazarlardan farklı olarak karmaşık bir dili var. Öyle ki, cümle içinde cümleler yazarın düşüncelerinin yazısından önde koştuğunu düşündürüyor, yazı düşüncelerin hızına yetişemiyor ve birçok yerde anlaşılması zor bir bilmece halini alıyor. Ancak gözlem yeteneği ve basit ama çarpıcı öyküleme tekniği ile başarılı bir yazar, okunası bir kitap.


10 Ocak 2016 Pazar

URSULA K.LEGUIN "MÜLKSÜZLER"

"Mülksüzler" uzun zamandır okumak istediğim, kitaplığımda eskiyen ama fırsat yaratamadığım bir romandı, bir kitap kulübünün listesine girmesiyle motive olup okudum.

Kitabın kurgusu gerçekten çok başarılı, ama dili için aynı şeyleri söylemek zor. Metis Yayınları tarafından yapılan baskıda yazıların çok küçük olması ve akıcı olmayan anlatım (belki çeviri ile ilgili bir sorun olabilir) okumayı oldukça güçleştiriyor. Yine de kitabı şöhreti ve merakım nedeniyle kısa sürede okuyabildim.
İki farklı dünya, iki farklı siyasal düzen; Annares (anarşik yapıda, otonomi ile yönetilen, mülkiyetin olmadığı, kurak bir dünya) ve Urras (kapitalist yapıda, hiyerarşik düzen, yoksulluk, lüks, mülkiyet kavramlarının olduğu bugünküne benzer bereketli bir dünya). Aslında kitapta dünya ve aya da farklı yerleşimler olarak yer verilmiş, ama pek fazla ayrıntıya girilmemiş.
Odo Urras'lı anarşist bir kadın, düzene karşı çıkarak kendi ilkeleri çerçevesinde arkadaşları ile beraber Annares'te yeni bir düzen kuruyor. Herkes eşit, özgür, mülkiyet yok, hatta insan ilişkilerinde bile. Belki de sadece kuraklık ve yoksulluk nedeniyle değil, Annares bu yüzden de ütopya olmaktan çok uzak. Yazarın da dediği gibi "ikircikli bir ütopya". Odoculuk da neredeyse sorgulanamayacak bir şeymiş gibi, bir din gibi sunuluyor. Dolayısıyla, kuruluşundan 150 yıl sonra Annares'te de çatlak sesler çıkmaya başlıyor. O çatlak seslerden biri de Shevek adlı fizikçi. Shevek  Annares'te asla işe yaramayacak olan buluşunu paylaşmak için eski dünya Urras'a gidiyor. Ama tüm göçmenler gibi Shevek ne tam Urras'lı ne de tam anlamıyla Annares'li olabiliyor. Nasıl olsun ki? Teoride bir eşitlikçilik ve özgürlükçülük onun kendi öz annesini, hatta karısını bile sahiplenmesini engelliyor.  Sözde cezalandırma/hapis vb. müeyyideler yok, ama toplum baskısı oldukça fazla. Urras ise görünürde çok güzel, bereketli, insanlar zengin ama yoksul-zengin ayrımı, herşeyin satın alınabilir oluşu Shevek'i uzaklaştırıyor. İki dünyayı birbirinden ayıran bir duvardan bahsediliyor ki, mecazi anlamda bu duvarı insanlar yapıyorlar.

Romanı okurken yazarın ABD'li olmasını ve kitabın 70'lerde yazıldığını düşünerek acaba toplumu bilinçaltında sosyalizmden/komunizmden soğutmak amacıyla mı yazıldı diye düşünmedim değil. Yazar da bir ropörtajında sosyalizmden ziyade anarşiyi sevdiğinden bahsetmiş...
Kitabı daha iyi anlamak için önce Bülent Somay tarafından yazılan son sözü mutlaka okumak gerekli.
Ben insanın doğası gereği "mülksüz" olamayacağını düşünenlerdenim. "Mülksüzler" bunu ve daha birçok fikri tartışma olanağı yaratan, edebi değil ama başarılı bir felsefi roman.




STEFAN ZWEIG "BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU"

 Öykü 1920'lerin Viyana'sında geçiyor; bilinmeyen bir kadın yazar R'ye olan aşkını bir mektupla anlatıyor. 
"...Sadece yalnızlık çeken çocuklar tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler.."
Yalnız ve mutsuz bir çocukluk geçiren, bilinmeyen kadın kendinden yaşça büyük, tanınmış bir yazar olan karşı komşusuna tutkulu biçimde aşık oluyor. Adam ve kadının yolları öyküde pek çok yerde kesişiyor, ama adeta kadın tüm öykü boyunca bilinmezliğini koruyor ve adam kadını tanımıyor. Kadın da adamla gerçekte kuramadığı ilişkiyi doğurduğu çocuğu ve ona her doğum gününde gönderdiği beyaz güller aracılığıyla sürdürüyor. Bilinmeyen kadın çocuğunun ölümü ile beraber hem kendi yaşamına, hem de tek taraflı ilişkisine son veriyor.  
Stefan Zweig, 55 sayfaya sığdırdığı öyküde aşık ama mağrur bir kadının/genç kızın psikolojisini tüm açıklığıyla anlatıyor. Erkeğin edilgen olduğu, tek taraflı, ama tutkulu bir ilişkiyi kadının ağzından/gözünden okuyoruz. Bu açıdan yazıldığı dönem düşünüldüğünde oldukça "yenilikçi" sayılabilecek bir kitap....


3 Ocak 2016 Pazar

HALİL CİBRAN "ERMİŞ"

Bir yaşam ve tecrübe kitabı "Ermiş".

Lübnan asıllı Amerikalı bir yazar olan Halil Cibran yaşam üzerine düşüncelerini yurdundan ayrılan Ermiş'in halkına hitabı biçiminde kurgulamış.
Hemen hemen kitapta yazan her cümleye, her görüşe katılıyorum. Ama evlilik ve çocuklara dair olan söylemler on puan alır nitelikte.
Evliliğe Dair'de "..bırakın mesafeler olsun birlikteliğinizde..birbirinin gölgesinde büyümez meşeyle selvi" diyor.
Çocuklara Dair'de ise, "onlar sizin sayenizde gelir ama sizden değildir, bedenlerini barındırabilirsiniz ama ruhlarını değil, ..onlara sevginizi verebilirsiniz, ama düşüncelerinizi değil, zira kendi düşünceleri var onların" diyor.
Bir de Çalışmaya Dair bölümünde geçen "Gönülsüz pişirilen ekmek acı olur" sözüne bayıldım. Ama kitabın neredeyse tümünün altını çizebilirdim, kendimi zor tuttum. Bana yıllar önce okuduğum Leo Buscaglia'nın "Kişilik" kitabını anımsattı.
Kitap her ne kadar nesir olarak yazılmış olsa da, nazımdan öğeler barındırdığı için midir bilmem, çeviri biraz rahatsız edici. Ben yeni tarihli olduğu için Türkiye İş Bankası Yayınları- Ayşe Berktay çevirisini okudum, ama kitabın başka birçok çevirisi mevcut, onlar da okunabilir.

Yaşamı bir de Halil Cibran'dan dinlemek isterseniz bu kitabı okuyun, hatta başucunuza koyun...





2 Ocak 2016 Cumartesi

ZİLLOŞUMLA YENİ YIL

ZİLLOŞUM

 

AYŞE KULİN "TUTSAK GÜNEŞ"

Ayşe Kulin'den ütopik bir roman beklemezdim, ama çağımız romancılarının anarşizmi de böyle oluyor galiba..
Bazı kitaplar isimleri ile özdeşleşmezler, bu kitap öyle değil. "Tutsak Güneş" ismi romana çok yakışmış. Daha okumaya başlamadan " Güneş tutsak olursa, insanlar da tutsaktır" diye düşünüyorsunuz ki yazar okuyucuyu hiç şaşırtmıyor. Ayşe Kulin'in her zamanki yalın ve akıcı dili kitabı okumayı kolaylaştırıyor. Birçok ütopik ya da distopik romanın çevirisinin zor okunduğunu düşünürsek bu durum Türkçe okuyanlar için bir şans. 
Romanın baş kahramanı Yuna (ismi de bence güzel kurgulanmış) yaşadığı gelenekselci, ataerkil toplumun aksine başarılı, güçlü, akıllı, kocası olmadığı halde yaşama tutunabilmiş bir kadın. Hepimiz gibi biraz maskülen...
Günümüz Türkiye'sinde yaşanan tüm sorunlar; kadına şiddet, ifade özgürlüğünün olmayışı, kadının "anne" olmak dışındaki tüm meziyetlerinin maskelenişi, demokrasiden monarşiye olan regresyon durumu, çevre kirliliği, suni beslenme, başörtüsü, yasaklar vb. birçok şey Yuna'nın ülkesinde de mevcut. Hiçbir şey bir anda olmamış, herşey yavaş yavaş bozuldu deniyor kitapta.. Böylece kitabı okuyan kişide hem  hoş bir tanıdıklık hissi, hem de nahoş bir gelecek kaygısı uyanıyor.
Ne kadar politik olursa olsun kitapta tüm Ayşe Kulin kitaplarında olduğu gibi aşk da var; başkaldıranların aşkı..belki de o yüzden kitabın ana teması aşkmış gibi gözüküyor, ama öyle değil. Sanki yazar özgürlük ve aşkı o kadar eş tutmuş ki, kitabın sonunda aşk mı kazanıyor, yoksa özgürlük mü bilemiyorsunuz.
Bence Ayşe Kulin'in tüm kitapları kadınlara hitap ediyor, ama "Tutsak Güneş" kesinlikle kadınlar için yazılmış bir roman, yazarın da en iyi romanlarından biri. Kimbilir belki Ayşe Kulin de Türkiye'nin Ursula K. LeGuin'i olur...